 Fransız romantizminin akla gelen ilk ismi Alphonse de Lamartine, Mâcon'da doğar (1790). Babası krala sadık bir soyludur, bu yüzden Fransız İhtilalini takip eden günlerde çok sıkıntı yaşar. Gider gider gelir, giyotinden kıl payı yırtar. İhtilalciler Alphonse'yı da mimler, takibe alırlar. Bu yüzden Milly'deki şatolarından nadiren çıkar. Hatta bir ara (1810'lar) İtalya'ya geçer, göze görünmemeye bakar. Lamartine gençlik yıllarında "hariciyeci" olmayı, gezip dolanmayı çok arzular. Eğitimi ve lisanı yeterlidir ancak babası "kral yanlısı" diye yaftalanmışken böyle bir şansı olamaz. Lâkin Bourbon hanedanı yönetimi ele geçirince önü açılır, Alphonse'yu muhafız alayına alırlar. Gelgelelim Napoleon'un dönüşü muhteşem olur, silbaştan koltuğuna oturur ve muhaliflerinden tek tek hesap sorar. Artık Paris'te durmanın mânâsı yoktur, genç muhafız postu deldirmeden İsviçre'ye kaçar. Ne zaman ki Napoleon Waterloo'da kesinkes bozguna uğrar, Lamartine de yurduna koşar.
Hüzün ve hicran
Vatan hasreti midir bilinmez, Lamartine gurbette hisli bir adam olur çıkar, sokaklarda yüzlercesine rast geldiği işçi kızlardan birine (Antoniella) âşık olur ama giriş gelişme bölümüne giremeden finali görür, kızcağızın öldüğünü duyar. Genç adam adeta yıkılır, oturup ağıtlar trajediler karalar, "tek bir kişiyi özlersiniz ve her yer ıssız gelir" gibi acılı cümlelerle hüzün ve hicran takılmaya başlar. Derken bir başka kıza (Charles) tutulur ama onu da ecel yakalar. İşte "le Lac" (göl) adlı şiirini o dönemde yazar. Edebiyat münekkidleri onun Greziella adlı eserinde de ıstıraplı yılların izini bulurlar. "Gerçek aşk, hayatın olgun meyvası gibidir. 18 yaşında onu tanımaktan mahrumuz; sadece hayâl edebiliyoruz. Ağaçlar meyve verince yapraklarını dökerler. Belki insan da böyledir. Başımda ağaran saçları saymaya başladığımdan beri bunu düşünüyorum. Sevda çiçeğinin kıymetini bilemediğim için hayıflanıyorum. Sadece kibirden ibaretmişim. Kibir, kötü ahlâkın en budalaca ve en zâlim olanıdır, çünkü mutluluğun yüzünü kızartır. Zaman arz üzerindeki izleri dahi yok edebilir ama ilk aşkın izini asla..." Alphonse yıllarca diplomatlığı kovalar ama olmayınca olmaz, ne zaman ki işin peşini bırakır onu Dışişlerinden çağırırlar. Napoli'deki Fransız elçiliğinde vazife aldığı günlerde Maria Ann adlı bir İngiliz'le tanışır ve yuvasını kurar. Alphonse bu dönemde "Meditasyon" adlı şiir kitabı ile dikkatleri üzerine toplar. İslam âleminde asırlardır Leyla-Mecnun hikayeleri anlatıla gelir, bilirsiniz Mecnun aşk aşk diye dolanıp İlahi aşka tutulunca diğerlerine güler geçer, Leyla'yı bile tanımaz. Lamartine de buna benzer şeyler yazınca (çalınca demek daha doğru) Avrupa'da yer yerinden oynar. Ünlü edibin adı azize çıkar. Bu hızla Kudüs'ü dolaşır, ancak kutsal topraklarda aradığını bulamaz. Hele Müslümanları tanıyınca kiliseye olan inancı hepten sarsılır, ruhanilerle köprüleri atar. Meşrutiyetçiler güç kazandığı yıllarda politikaya merak salan Lamartine son devir Fransız tarihi ve işçi hakları hakkında ciddi çalışmalar yapar. Kaldı ki has hatiptir, kalabalıkları peşine takmakta zorlanmaz. O günlerde işçiler silahlanmakta, sermaye sahiplerinin derisini yüzmek için fırsat kollamaktadırlar. Patronlar emekçilere de sıcak gelen bir ismi aralarına almayı düşünür ve Lamartine'i meclise sokarlar. Dahası onu ikinci Cumhuriyet'in sözcüsü yaparlar (1833). Bizimki hükümet adına işçileri teskin edeceğine, işçilerin sesi olmaya kalkar ve başına iş açar. Onu apar topar görevden alır, ayaklanmayı asker gücüyle bastırırlar.
Paçası sıkışınca...
İşte o günden sonra Lamartine'in iki yakası bir araya gelmez, kıt kanaat geçinir, borç harç içinde yaşar. Karnını doyurabilmek için üç vardiya kitap yazar. Bu arada "İnsan ırkının temsilcilerini gördükçe, hayvanlara olan hayranlığım artıyor" der ve birilerine laf sokar. Ancak gerginlik gitgide artar. Fransa onun için emniyetli olmaktan çıkınca Osmanlıların hükümran olduğu topraklara kaçar. Mustafa Reşit ve Âli Paşaların yardımıyla Ihlamur Kasrında padişahla tanışır. Bu arada henüz inşaatı devam eden Dolmabahçe Sarayını dolaşır. Sultan Abdülmecid ile Harbiye talebelerinin imtihanlarına katılır. Bir süre Fransız Elçiliğinin Tarabya'daki yazlığında kalır ve Beyoğlu'ndaki binaların çatılarından İstanbul'u seyretme zevkini yaşar. Abdülmecid Han onu hoş tutar, bakar çiftçiliğe meraklı, İzmir Tire'de nefis bir konak ve geniş bir arazi bağışlar. Lamartine bu şirin Ege kasabasında geçirdiği günleri unutamaz. İnsanımızdan övgüyle söz açar. Doğrusu o yıllarda böylesi isimlere çok ihtiyacımız vardır, Byron'ın Yunanlıların avukatı kesildiği bir devirde Lamartine'in yazıları ilaç gibi gelir. "Voyage en Orient" adlı eserinde Akdeniz kıyılarını, İstanbul'un güzelliğini ve Türk insanını öyle bir anlatır ki fanatik Fransızlar bile "acaba" demeye başlarlar. Lamartine, Anadolu insanının dindarlığına, cömertliğine tevekkülüne olan hayranlığını saklayamaz. 'Etnik grup olsun, ulus olsun, fikrimce Türkler geniş imparatorluklar oluşturan halklar arasında en onurlu ve en seçkin olanıdır. Karakterleri daha soylu, cesaretleri tamdır. İnançları sağlam, medeni ve ailevi duyguları takdire şayandır. Asaletleri hem alınlarında, hem davranışlarında yazılıdır..." der, doğruları söylemekten korkmaz. Buna rağmen yabancı yabancıdır, iman etmedikçe itimat olunmaz. Nitekim bağrımıza bastığımız, el bebek gül bebek baktığımız ünlü yazar Fransızların Suriye'yi işgalini arzular. Hatta bu mevzuda mufassal bir dosya "Documents et projet d'un etablissement colonial agricole en Syrie" hazırlar, merkeze sunar.
HAKİKATİN EŞİĞİNDE LAMARTİNE
Lamartine, gerçekleştirdiği iki doğu seyahatinden sonra Müslümanları daha yakından tanıma imkanını bulur. Sadece kiliseyi ve papazları değil Hristiyanlığın temellerini de sorgulamaya başlar. "Türkiye Tarihi" (Histoire de la Turquie) adlı eserinde döner dolaşır bu mevzuya parmak basar. Lamartine, İslam tarihini okudukça Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) olan hayranlığı artar. "Yalancılık aynı zamanda ikiyüzlülüktür" der, "yalanda doğrunun kudreti bulunmaz. Onlar inandırma gücünden mahrumdurlar. Bir cismin atılırken varabileceği yer, fırlatma gücü ile, manevi ilhamın gücü ise meydana getirebildiği eserlerle orantılıdır. Buradan hareketle, çok sayıda eser vücuda getiren, çok uzak bölgelere yayılan ve uzun zamandan beri kudretini muhafaza eden bir din samimi inandırıcı, hasılı hakikat olmalıdır."
Efendimize hayran
Lamartine, Fahr-i Alem'in (Sallallahü aleyhi ve sellem) hurafe ve putlara karşı kahramanca duruşuna, putperestlerin hiddetine aldırmayışına, tevekkülüne, tahammülüne, sabrına, cesaretine bayılır. Yine ona göre Medine'ye hicreti, kendisinden çok güçlü düşman ordularıyla savaşması, felaketler karşısında bile yıkılmaması, Allah'a olan muhteşem bağlılığı, tebliği, teşvikleri, vaazları nasıl büyük bir imana sahip olduğunu gösterir ki, ayakta alkışlanmalıdır. "Dünyada başka hiç kimse, önüne O'nunkinden daha büyük bir hedef koymamıştır: Allah'la insan arasına sokulmuş bâtıl inançları ortadan kaldırmak; puta tapıcılığın maddî ve çarpık kaosu arasında aklî ve kutsal bir ilâh kavramını savunmak... Dünyada başka hiç kimse, bu kadar zayıf vasıtalarla, insan gücünün bu kadar fevkinde bir işe girişmemiştir. Böylesine büyük bir hedefe yürürken yanında çölde yaşayan bir avuç insandan başka yardımcısı yoktur. Dünyada başka hiç kimse O'nun gerçekleştirdiği ölçüde ve kalıcı bir inkılâbı gerçekleştirmiş değildir; çünkü, iki asırdan daha az bir zaman içinde İslâm, inanç ve hâkimiyet plânında tüm Arabistan'a yayılmış ve Allah adına İran'ı, Horasan'ı, Mâverâünnehir'i, Pakistan'ı, Suriye'yi, Habeşistan'ı, bütün Kuzey Afrika'yı, İspanya'yı, Akdeniz'de bir çok adayı fethetmiştir.
Kıyası gayr-i kabil
Eğer gayenin büyüklüğü, vasıtaların azlığı ve neticenin şaşırtıcılığı insan dehasının üç ölçüsüyse, tarihte kim Muhammed'le karşılaştırılabilir? En meşhur insanlar, sadece ordular, kanunlar ve imparatorluklar meydana getirmişlerdir. Çoğu defa gözleri önünde dağılıp giden maddî iktidarlardan başka bir şey kurmamıştır onlar. Fakat O, yalnızca orduları, kanunları, imparatorlukları, milletleri ve hanedanlıkları harekete geçirmekle kalmamış, ayrıca, meskûn dünyanın yarısında milyonlarca insanı ve daha da ötesi mâbedleri, putları, dinleri, fikirleri, inançları ve ruhları yerinden oynatmıştır. Her harfi kanun olan bir Kitab'a dayanarak, her dil ve her ırktan bir mânâ ümmeti çıkarmıştır. Bize, bu ümmetin silinmez karakterini, sahte ilâhlardan nefretini, bir ve gayr-i maddî Allah tutkusunu bırakmıştır. Muhammed'in takipçilerinin en büyük fazileti budur. Arzın üçte birinin bu inanca teslim olması, O'nun mûcizesidir. Uydurma ilâh zürriyetlerinin bıktırıcılığı altındaki bir dünyada ilân edilen vahdaniyet (Allah'ın birliği) inancı, telâffuz edilir edilmez bütün putperest mâbedleri sarsılmıştır. Bu Zât'ın hayatı, tefekkürü, bâtılı kahramanca inkârı, putperestlerin öfkelerine meydan okumaktaki cesareti, Mekke'de 13 yıl süreyle gösterdiği sabır, ezâlara cefalara dayanması; evet, bütün bunlar ve ilâveten kesintisiz tebliği, tuhaflıklara karşı koyuşu, muvaffakiyete olan inancı ve felâketler karşısındaki insanüstü güven duygusu, zafere götüren azmi, tek bir ideale olan samimi bağlılığı, asla imparatorluk peşinde olmayışı; bitmez duası, ibadetten aldığı haz, Allah'la haberleşmesi ve vefatından sonraki şanlı muzafferiyet... Bütün bunlar bir yalana değil, sarsılmaz bir inanca şahitlik etmektedir. Esaslı bir akideyi yeniden yerleştirme hususunda O'na güç veren bu inançtır. Bu akîde de, iki taraflıdır: Birinci taraf, Allah'ın ne olduğunu, ikinci taraf da ne olmadığını anlatır. Filozof, hatip, peygamber, cengaver, kanun koyan, gönülleri kazanan, hurafelerle savaşan ve İslâm Devletini kuran... İşte Muhammed budur! İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullanılan bütün mikyaslarla ölçülsün! Acaba O'ndan daha büyük birisi var mıdır? Olamaz!"
Filozof değil elçi
Sanırım burada bir parantez açmak zorundayız, Resulullah efendimiz adı üzerinde Allah'ın resulüdür, filozof değildir, ortaya kanun sistem koymamış, sadece Cenab-ı hak'kın emir ve yasaklarını (ki biz ona şeriat diyoruz) bildirmeye çalışmıştır. Tek kelimeyle o kendisine kitap gönderilen bir elçidir ve o kitabın bir harfini bile değiştirmeye yanaşmamıştır... O, Server-i kainattır, Habibullahtır, Hatem-ül enbiyadır. Lamartine, Fransa'ya döndüğü yıllarda da bir doğulu gibi davranır, mesela 11 yaşındaki kızı ölünce bir Müslüman gibi tevekkül eder, teselliyi "veren O alan O" vecizesinde arar. "Doğulu doğdum ve öyle de öleceğim" diyen ünlü edibin nasıl öldüğünü bilmiyoruz ama ne yazık ki onu batılı gibi uğurlarlar...(1869- Paris)...
|